Abdulsamet Alan Abdulsamet Alan

HERKESİ KENDİ KONUMUNDA KABUL

Kur’an-ı Kerim’de cennet tasvirlerinin yapılmasını, inanan insanların yaşadıkları dünyayı cennetlere çevirmeleri için bir ideal kabul etmelerine delil kabul eder ehli ilim. Cennet huzur diyarıdır, adilce yaşanılan, hüzün ve kederin olmadığı bir alemdir. Cennet nümun bir hayatın, birlikte hak ve hukuka riayet içerisinde bir yaşamın mümkün olacağına inanan insanlar bunun usul ve metotlarını da ifade etmişleridir. Bir çok mütefekkirin ütopya olarak resmettiği böylesi bir dünyanın mümkün olduğunu F Gülen Hocaefendi, bu idealin hem teorisini hem de tatbikini kalem ve hayatıyla çizmiştir. Hizmet insanları ise bu ideali dünyanın dört bucağında hayata geçirmişlerdir. Birlikte yaşamanın en önemli prensibi Hocaefendi’nin ifadesiyle “herkesi kendi konumunda kabul”dür.

Herkesi kendi konumunda, düşüncesinde, fikriyatında kabul etme ifadesi dil ile kolay söylenebilir ama hayata geçirilmesi belki de en zor olan hususlardan biridir. Zira insanın fıtratında kendi duygu ve düşüncesini ilahlaştırmaya kadar varacak derecede tabulaştırma meyli vardır. Bununla birlikte kendi düşüncesini başkasına kabul ettirme temayülüde yine insanın yaradılış özelliklerinden biridir. M Fethullah Gülen Hocaefendi Zafer adlı makalesinde bu hususu şöyle kaleme döküyor: “her nev’i, kendi zaferi ve kendi hâkimiyeti için kavga verir. Her sınıf, üstün geldiği ve yaygınlaştığı nispette övünür ve mutluluk hisseder.” Bir başka makalesinde ise, “aynı dine inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı kültür ortamında neş’et eden fertler arasında dahi -bir realite olarak- ciddi ihtilaf ve farklılıklar ortaya çıkabiliyorsa, farklı din, dil, ırk ve kültürlere sahip insanlar bir araya geldiğinde söz konusu ihtilafların daha da çoğalması kuvvetle muhtemeldir” demek suretiyle farklılıkların ayrışmaya sebep olmasının muhtemel olduğuna vurgu yapar.

Hocaefendi bu fıtri temayülü hayra kanalize ederek, birlikte yaşamın olmazsa olmaz düsturlarından biri olan çoğulculuğun kabülünü ibadet olarak görür. Nitekim bir makalesinde “Esasen farklı kültür ortamlarında neş’et etmiş insanların kendi anlayış, irade ve düşüncelerine rağmen başkalarıyla uyum ve birlik içinde yaşamaya çalışmaları, bir ibadet gibi onlara sevap kazandırır. Çünkü insan, kendi tabiatına ters gelen her tür fiile karşı tepki duyar. Farklı anlayış ve telakkilere karşı reaksiyon göstermek ister. Bu tür olumsuz duyguları bastırmak, ciddi bir ceht ve gayrete bağlıdır ki bunun sevabı büyüktür” diyecektir.

Hocaefendi bir din alimidir. İslamın tertemiz yüzünün insanlık tarafından bilinmesi, tanınması, benimsenmesi O’nun gaye-i hayalleri arasındadır. Ciltler dolusu eserlerinin sayfaları buna şahittir. Hocaefendi küreselleşen dünyada Müslüman dünyanın değerlerini, yeniden keşfetmesi, tozlarını alması ve küllerini harlaması ise ancak birlikte yaşamayı öğrenmesine bağlı olacağını dillendirir. “Müslümanlar globalleşen bir dünyada, dar bir kutu içerisine hapsolmak, dünyaya yabancılaşmak ve çağdışı kalmak istemiyorlarsa, farklı kültür ve milletlerle etkileşime geçmek ve dünyaya açılmak zorundadırlar.”

İşin bir başka veçhesinde farklılıkları kabul etmenin bir insan hakkı olduğunun altını çizer; “insanların baskı ve zorbalıkla yönetildiği, herkese belirli bir yaşam şeklinin dayatıldığı tiranlıktır, despotizmdir. Bunun da temel hak ve özgürlükleri tehdit edeceğinde, kabiliyetleri körelteceğinde, toplumu körkütük hâle getireceğinde ve dünyadan tecrit edeceğinde şüphe yoktur.”

Hocaefendi müslümanların herkesi kendi konumunda kabul etmelerinin ontolojik bir zorunluluk olduğunu vurgular. Ki meseleye böyle bakması çok önemlidir. Zira bu mesele konjonktürel bir konu değildir demektedir. Nitekim bir makalesinde, “İşte burada Müslümanların, öncelikle, bir köy haline gelen dünyada, birlikte yaşama kültürüne sahip olmanın kaçınılmaz olduğunun farkına varmaları, sonrasında da farklı din ve kültürlere mensup insanlarla, birlikte yaşama tecrübesi geliştirmeleri gerekir” diyecektir.

Hocaefendi (Allah kendisinden razı olsun) bu prensibin nasıl realize edileceğinide ifade edecektir: “Bunun için de insanlık ortak paydasında buluşma, asgari müştereklerde bir araya gelebilme, farklı birleştirici noktalar bulma, herkesi kendi konumunda kabul etme gibi esaslar oldukça önemlidir” ve inananlar “bir taraftan, muhatap oldukları insanları sahip oldukları değerler manzumesiyle tanıştırırken, diğer yandan da farklı kültür ve medeniyet havzalarından istifade etmelidirler” demek suretiyle bu hakikatin nasıl gerçekleşmesi gerektiğini ifade buyuruyor.

Vak’a insanlık için hayati olan, her düşünceyi kendi konumunda kabul hakikaten çok kolay hazmedilecek bir husus değildir. Burada öncelikle şu hususu vurgulamak isterim ki; herkesin konumu kendine aittir. Farklı konumda bulunanları içselleştirme, onlarla aynı düşünme değildir, herkesi kendi olarak kabul etmedir. Hocaefendi bu konuya şöyle bir açıklama yapıyor; “Farklılıkların bir realite olduğunu kabul etmek ve buna göre bir toplum yapısı oluşturmak, bir kısım eylem ve düşüncelere karşı itiraz kayıtları koymamıza, muhalefet şerhleri düşmemize engel değildir. Farklı dünya görüşlerine sahip insanlarla aynı ortamları paylaşmamız ve hatta onlarla birlikte oturup kalkmamız, onların bütün düşüncelerini kabul etmemiz ve onaylamamız anlamına gelmez. Aynı durum, onlar için de geçerlidir. Onlar da bizim bir kısım fikirlerimize muhalefet şerhi koyacaklardır. Önemli olan bu farklılıkların çatışmaya sebep olmamasıdır. Hatta toplumsal ahengi ve birliği sağlama adına mümkün mertebe farklılıkların geri plana itilerek, ortak noktaların öne çıkarılması gerekir.”

Müslümanlar arasında herkesi kendi olarak kabul etmenin bazı problemlere sebep olabileceğide konuşulmakta. Bu kabulün müslümanları etkisizleştireceği, emri bil maruf- nehyi anil münker idealini dumura uğratacağı, dinî değerlerde bir kısım aşınmalara ve tavizlere sebebiyet verebileceğinden endişe edenler olduğu muhakkak. Hocaefendi bu meseleye şöyle bir açılım getirmekte; “Müslümanlar, farklı din ve kültürlere mensup insanlara ilan-ı harp ederek hiçbir yere varamazlar. Bilakis yapılması gereken, Cenab-ı Hakk’ın insana insan olarak atfettiği değer açısından başkalarıyla münasebet içinde olmadır.” “Bazıları çoğulculuğu, her türlü aşırılığın, sapkınlığın ve ahlaksızlığın kabul edilmesi olarak gördüğünden buna karşı çıkıyor. Gerçekten de bazı kimseler serazat yaşamayı ve her tür ahlaksızlığı hakkı olarak görebilir, demokrasi ve özgürlüğün bir gereği sayabilir. Bir mü’minin doğru bulduğu ve onayladığı fiil ve davranışlar bellidir. Fakat bizim bir şeyi yanlış bulmamız ve kabul etmememiz, -kendi hukukumuza, başkalarının hukukuna ve kamunun haklarına dokunmadığı sürece- söz konusu davranışları yapanlara karşı ilan-ı harp etmemizi gerektirmez. Nitekim Peygamber Efendimiz, hem Mekkeli müşriklerle hem de Medineli münafık ve Yahudilerle uzun süre bir arada yaşamış olmasına rağmen bunun örneğini vermiştir.”

Hocaefendi başkalarıyla başkalaşmadan beraber olmayı şu cümlelerle ifade buyuruyor, “Öncelikle insana sırf insan olduğu için saygı duymamız ve farklılıkları bir vakıa olarak kabul etmemiz, sonrasında da realist ve rasyonelce davranarak küreselleşmenin hakkını vermemiz; kendi değerlerimizden fedakârlıkta bulunmayı, taviz vermeyi ve aşınmaya maruz kalmayı gerektirmemelidir. Biz ne ölçüde Müslümansak bunu hiç tereddüt etmeden her yerde yaşayabilmeliyiz. Ne dinî değerlerimizden ne İslâm telakkimizden ne de ihsan şuurumuzdan taviz vermeliyiz. Fakat bunları kimseye de dayatmamalıyız. Önemli olan, insanların, farklılıklarını koruyarak ve hatta bunları bir zenginlik vesilesi görerek bir arada yaşamayı öğrenmeleridir.”

Hocaefendi’ye göre “herkesi kendi konumunda kabul” hizmet hareketiyle başlamış bir olgu değildir. Dinin kaynağı Kur’an ve Sünnettir. Kur’an ve sünnette bir müslümanın kıyamete kadar yaşayacağı hayatın usul ve metotları vardır. Hocaefendi hizmet hareketine mensup olanların bu peygamber yolunu cemaate ve Hocaefendi’nin şahsına bağlamalarını hata olarak görür. Bu konuya şöyle bir açıklama yapar; “bu sürece can-ı gönülden destek veren dost ve taraftar çevre, bu sürecin yeniden başlamasına –dikkat edin yeniden diyorum- vesile olan kişi/kişiler veya kurumları ön plana çıkarmakla” hata ediyorlar. Bu meseleyi “İslamî nasslarla çerçevelenen esaslara aykırı olduğunu iddia eden müslüman çevre” ise “nassları siyak-sibak bütünlüğünü kopararak yaptıkları yorumlarla bu sürece öncülük edenlere "bid’atkar"dan "kafir"e uzanan çizgide ithamlarda bulun”makla hataya düştüklerini ifade buyuruyor.

İşin bu noktasında Hocaefendi bu meselenin kaynağının “Medine vesikası ve Veda Hutbesinde yazılı metninin” olduğunu ifade buyurur. Bunun yanında Peygamberin 23 senelik nübüvvet hayatı canlı misalidir. “Sadece Medine Vesikası’nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu İnsanlığın İftihar Tablosu o mübarek sesini yükselterek aleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika’da var mı yok mu? Aynı hakikatlar başka bir dille, başka bir anlatma üslubu ve edası ile Veda Hutbesi’nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat var, tahkim var. Ağızdan çıkan bu hakikatlar aynı zamanda hayat olmuş. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış, tabiîn yaşamış, tebe-i tabiîn yaşamış. Bakın fetih dönemlerine, müslümanlar nerede kilise ve havraları yıkmışlar? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlar? Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişler? Ve nerede düşünce hürriyetini tahdit etmişler? Tarihte müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar kendilerine tanınan bu hakların başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlar müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini. Demek bizim mazimizin özü, üsaresi bu. Bizimle başlayan bir süreç değil.“

Peki bu mesele neden bugün müslümanlar tarafından kabul edilmiyor? Neden dinin özü olan bu hakikati reaileze etmeye çalışan insanlar bidatçılık ve tekfire varan ithamlara maruz bırakılıyor? Hocaefendi bu konuda şu açıklamayı yapar; “bu hakikatlar on beş asırlık İslam tarihinde her zaman Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem), Raşid Halifeler’in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamış. Uygulanmamış çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş. İslam ile bağdaştıramayacağımız dünyevi düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim İslam adına nice kabalıklar yapılmış. Ama bunlar esasında İslam’ın değil, müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.”

Hocaefendi bu sürece zarar verecek, bu yolculuğun önüne patikalar çıkaracak hususlara da dikkatleri çeker ve yapılması gerekli olanları şöyle sıralar: Bu ilahi vazifenin vecibelerini ifa ederken evvela o vazifeyi yapanların duygu ve düşünce kaymaları engel olarak çıkar yolun önüne. “Her şeyden evvel biz Allah’ın inayetiyle kendimizi böyle bir tabiyede bulduk. Allah’ın inayetiyle geç kalmış olsak bile durumu iyi okuma, imkanları değerlendirme zemini bulduk. Ümidimiz yine Allah’ın inayetiyle bunun devam edeceğidir. Tek taraflı yani bizim canibimizden bir ahdi bozma olmazsa bu iş devam eder. Ama bizden bir ihanet olursa, Allah’a karşı münasebetlerimiz bozulursa, O da muamelesini değiştirir. Bir başka tabirle muhlisînden (ihlâslı kullardan) olmazsak Allah bugüne kadar meccanen (karşılıksız) verdiği lütufları çeker alır elimizden. Dua edelim, bizi ihlâstan ayırmasın, verdiği lütufları elimizden almasın. Çünkü dünyanın esasen bu türlü bir anlayışa, bu türlü bir mülâhazaya, eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacı var.”

Birde hak-hukuk tanımayan, adalet bilmeyen, ahiret düşüncesine sahip olmayan zalimlerin var olduğu ise bir kenara bırakılamayacak bir hakikat. İnanan insanlar bu zavallı güruha karşı ne yapmalı? Onlar karşısındaki tavrı ne olmalı? Hocaefendi bunu şöyle cevaplar: “Allah tanımaz, Peygamber kabul etmez, manevi veya kudsi kavramı içine girecek her şeye kapalı bir çevrenin dahi bu süreçte bir yeri var. Tıpkı Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) müşriklerle münasebetlerinde olduğu gibi. Ama onlar bu sürece karşı almış oldukları tavırlarla o ismi kendilerine kendileri veriyor ve “Düşmanız biz!” diyorlar. Sizden gelecek her türlü hayra ve iyiliğe hayır diyorlar. Alabildiğine mütemerrid, kendi menfaatlerinin ötesinde ne milleti, ne devleti, ne de insanlığı düşünmeyen paranoyak bir çevredir bu. Evet, bizim bunlara karşı bir yaptırım gücümüz yok ama Allah’ımız var. "Hasbünallâhu ve Ni’me’l-Vekîl. Ni’me’l-Mevlâ ve Ni’me’n-Nasîr"imiz var. "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" gibi bir hazinemiz var. Dopdolu, hiç bitmeyen, kullandıkça artan bir hazine. Korkmayın Allah yanınızda ise size kimse bir şey yapamaz. Asrın Beyin Yapıcısı’nın sık sık vurguladığı gibi: “Endişe etmeyin kardeşlerim! Biz inayet altındayız” demek suretiyle bu yolun önündeki iki engele de parmak basmış olur…

Hocaefendi’nin teorisini ortaya koyup pratiğini hayatıyla resmettiği bu önemli prensibi, hizmet insanları hayata taşıyacak, Allah’ın izin, inayet ve kilaetiyle dünyayı muhakkak cennetlere çevireceklerdir. Dünyanın buna müştak olduğu bir realitedir. Farklı düşünce ve inanıştan nice toplulukların aynı şiire farklı besteler yaptığına bütün ehli hizmet şâhittir. Rabbim bu ümit ve recayı realize etsin inşaAllah.

Read More